18 Nisan 2011 Pazartesi
iz bırakanlar . . .
Jitterbug Perfume - Tom Robbins
''bir gün bu kopkoyu faşizmden sağ çıkarsam kendime ne söyleyeceğim? "gördün mü bak, hepsi geçip gitti. 'hayır' demedin, doğru, ama 'evet' de demedin. susmakla, direnişe katılmış bile sayılırsın. üstelik belki de en onurlu, en etkili direniş biçimiydi seninki. her yerde hep baskın olmak isteyen erki yok saymaktan daha güçlü bir karşı koyuş olabilir miydi?" "peki, düpedüz korktun. canını sakınmak, çoluğunu çocuğunu esirgemek, ananı, babanı, kardeşini düşünmek zorundaydın. geçinmek zorundaydın, onun için iyi geçindin, ne var?" "sen sınıfının sıradan tepkileriyle davrandın. bağışlanmasa da açıklanabilir bir durum." "yapayalnızdın. seslendin ama işiten çıkmadı. elinden başka ne gelirdi?" "ayrıca hangi birine karşı koyacaktın? 'bir, iki, üç daha çok faşizm'den birine diklensen ensende öbürünün soluğu. köşende sessizce oturup kazananla son oyununu oynayacağın günü beklemek en doğrusuydu." yine de bir gün bu kopkoyu faşizmden sağ çıkarsam kendime okkalı bir sade kahve ile bir nargile söyleyeceğim''.
Kahve ile Nargile-Levent Kavaş
"gerçekçilik benim ruhumun ayrılmaz bir parçasıdır, halbuki burjuva ruhu, gerçekten nefret eder. burjuvazi korkaktır. burjuvazi hayattan korkar, senin de bütün çaban beni hayattan korkutmaktı. beni bir biçime sokacak, beni içindeki bütün hayat değerlerinin gerçek dışı, sahte ve bayağı olduğu ikiye dört ebadında bir kafese tıkacaktın."
Jack London-Martin Eden
"eğer, hayatınızın herhangi bir an'ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim. biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün... herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu.
ama aslında bu kadar basitti işte: birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın."
Basucumda Muzik-Kursat Basar
"büyürken,yanlışların yerine doğruları koymak istediğinde şunu anımsa: yapılacak ilk devrim ,insanın kendi içinde yapacağıdır,evet ilk ve en önemli devrim budur.insan kendi hakkında bir düşünceye sahip değilken bir düşünce uğruna savaşmak ,yapılabilecek en tehlikeli şeylerden biridir."
Yüreğinin Götürdüğü Yere Git -Susanna Tamaro
"insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."
"hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum."
Kurk Mantolu Madonna-Sabahattin Ali
11 Nisan 2011 Pazartesi
‘’COGUNLUK’’
Cogunluk filmini izlemek benim icin kolay degildi.Sinema konusunda hicbir zaman iddiali olmadigim gibi klasik ‘’Hollywood’’ tarzi olmadigi surece film izlemek tercih ettigim bir aktivite degildir.Ozellikle ‘’Cogunluk’’ gibi konusu onemli, vurgulari guclu olmasi gereken bir hikayenin karakterlerinin filmin kisa zamaninda derinlemesine islenemeyecegine inaniyorum..
Filmi kendimce yorumlamaya calisirsam; Filmin baş karakteri Mertkan, çok küçük yaşından beri babasının baskısı ile büyümüş, 20’li yaşlarına gelmiş olmasına rağmen bu baskıdan kurtulamamış, çaresiz ve kendisini savunamayacak kadar da cesaretsiz bir genç. Mertkan’ı izlerken, kritik sahnelerde hep bir karşı çıkış, hep bir isyan bekliyoruz ve bekledigimizi bulamiyoruz. Mertkan, Turkiye’de saglikli gelisme sansi bulamamis olan burjuva sinifinin yetistirdigi cocuklarin tipik bir ornegi.Gerekli alt yapiya,kulture ve egitime sahip olmadan ailesinden gelen paranin guc olduguna inanarak yetismis genclerdeki amacsizligi, ruhsuzlugu ve kendini kaybetmisligi Mertkan’in her sozunde, her hareketinde gormek mumkun.Tum bu karakter ozelliklerinden yola cikarak’’Cogunluk’’ kendi hayatina bir turlu sahip olmayan bir gencin etrafinda donuyor diyebiliriz kisaca.
Filmde Mertkan’in hayatina etki eden kadinlari inceledigimizde feminist bir etki ile karsilasiyoruz aslinda. Mutsuz ve değerinin bilinmediği bir evliliğin içinde, kendisinden beklenen vazifelerin dışında görünmez olan kadının isyanının sessizliği ve onu Van’a geri götürmek için gelen ailesinden köşe bucak saklanırken bir yandan hayata tutunmaya, bir yandan okumaya çalışan Gül’ün ayakta durabilmek için tek umudu bir erkekte araması filmde özellikle altı çizilen vurgulamalardan.
Etnik, kültürel, cinsel ve ekonomik açıdan uygulanan tüm baskı ve şiddet şekillerine değinmeyi vazife edinen film; bize ezilenleri, ve ezilmeyi ezenin gozunden anlatmaya calistigini icin tum gercekleri gozumuze sokmadan anlatmayi basarmis.Bireyden yola çıkarak genelin halini göstermeye çalışan filmin; özellikle sonunda seyirciye tutunacak hiçbir şey bırakmaması ile son derece karanlık oldugunu soyleyebiliriz. Ancak aralara serpiştirilen trajikomik sahneler, filmi biraz olsun yumuşatmayı başarıyor. Kültürel yapının içinde bazen ezilen, bazen duruma göre farkında bile olmadan ezen olduğumuz bu resmin, çoğunluğun resminin, toplumun hangi kesiminde olursak olalım ucundan kıyısından dahil olduğumuz bir gerçek olduğunu hepimiz filmin sonunda kabul ediyoruz.
Mertkan’ın Gebze sürgününden geri dönüşünde, sonunda babasından kabul görmüş bir birey olarak sofradaki yerini alışı, artık çocukluğundan beri kendisi için hazırlanan kalıba tıpatıp uymuş olduğunun, bir anlamda da büyüdüğünün kanıtı. Bu teslimiyetin hemen öncesinde gördüğü rüyada ise, o güne kadar zaman zaman hissettiği vicdanının sesini artık çok derine, yalnızca bilinçaltının düşlerinde açığa çıkarabildiği derinliklere bastırmış olduğunu anlıyoruz.
TALİHLİ BİR ADAM
John Berger’in kaleme aldığı Jean Mohr’un fotoğrafladığı ‘’Talihli Bir Adam’’; Dr. Sassal’ın İngiltere’nin ücra köşesindeki bir köyde mesleğini icra ederken hastalarına karşı yaklaşımlarını anlatıyor bize.Kitap başlarken tamamen bir kurgu havası verse de sonuna doğru anlıyoruz ki aslında bu kitap bir doktorun ve onun hastalarıyla olan ilişkisinin üzerine güzel bir çalışma. Ve bu çalışmada insan ilişkilerine etki eden ekonomik ve ekolojik şartlar da unutulmamış; göz önune serilmeye çalışılmış. Aslında ‘’Talihli Bir Adam’’, bir doktorun kendisiyle, hastalarıyla, toplumla, doktorluğun idealizmi ve gerçekleriyle ilgili çok güzel bir örnekleme.
Hikayesini okuduğumuz Dr. Sassal’in aslında benzerlerinden farklı olduğu daha kitabın başında çocukluğundan beri hayalinde kurduğu denizcilik mesleğine yapılan vurgu ile belirtilmiş. Aslında her idealist gibi egolarini tatmin güdüsuyle farklılık yaratma yolunu da seçtigini söyleyebiliriz. Hastalarının fiziksel sıkıntılarından daha çok günlük yaşamlarına ve bunun hastalarının üzerindeki etkisine ilgi gösteren Dr. Sassal’ın neden öyle bir yerde hünerlerini sergilediği konusu ise kitaptaki hastaları kadar benim de kafamı kurcalayan konu oldu? Dr. Sassal’ın kurduğu bu doktor-hasta ilişkisi hastalığı teşhis etme ve tedaviye gitme yolunda ne kadar etkili olsa da büyük şehirlerde, büyük hastanelerde yüzlerce hastanın bulunduğu tedavi merkezlerinde uygulanması imkansız bir uygulama olduğu için bizlere oldukça ilgi çekici ve anlamlı geliyor. Kitabı okurken her hastanın Dr. Sassal gibi bir adama güveneceğini düşünüyorsunuz o öyle bir doktor ki; tavsiyeler verse de bunu vaaz verme yolu ile yapmıyor ve sizi asla yargılamıyor, sizin hayatınızın bir parçası oluyor, tedaviden sonra tamamen günlük yaşamınızla ilgili alakasız sorular yönelterek arkadaşınız haline geliyor ve karşılığında koşulsuz güven kazanıyor.
Jean Mohr’un fotoğrafları bu kitabın belgesel gibi bize yansıtılmasını sağlamış. Baskı kalitesi nedeniyle fotoğrafların içinde kaybolamasanız da Dr. Sassal’ın yaşadığı bölgeyi ve hastaların yüzündeki güven ve sıcaklığı hissetmemizi sağlamayı başarmış. Fotoğraflar sayesinde toplumsal yapıyı anlamamız da kolaylaşırken; imgeleme gücümüzü de sekteye uğratarak bizi kurgudan uzaklaştırıp gerçekle aramızdaki bağı da güçlendiriyor.
Sonuç olarak ‘’Talihli Bir Adam’’ hepimizin sahip olmak isteyeceği idealist bir doktorun tıp dünyasında da yanki uyandırmasını umut edeceğimiz yaşamını anlatırken bizi de psikolojinin etkilerini düşünmeye davet ediyor…